Levent Cantek’in kaleme aldığı ‘Cumhuriyetin Büluğ Çağı: Gündelik Yaşama Dair Tartışmalar (1945-1950)’ adlı kitap geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait farklı kesimlerce sürdürülen tartışmalara ağırlıklı olarak gazete haberleri üzerinden bakan Cantek, bizlere bildiğimiz meseleleri, bilmediğimiz bir perspektiften sunuyor ve ortaya yeni sorular atıyor.
Cantek çalışmasını 1945-1950 ile sınırlı tutsa da aslında yapılan tartışmaların aynıları yahut çok benzerleri günümüzde de sürdürülüyor. Zaten Cantek’in bu döneme “çocukluk” değil de “büluğ çağı” adını vermesinin nedenlerinden birinin de bu olduğu söylenebilir. Yani mesele Cumhuriyet’in erginleşmesi, büyümesi meselesidir ki buna modernleşme tartışmaları da diyebiliriz.
BU FİLMLER TOPLUMUN AHLAKINI BOZUYOR
Kitapta karşımıza çıkan en büyük başlık sinemadır. 1940’ların sineması hâlâ tiyatronun hegemonyası altındadır, dönemin yönetmenleri, yapımcıları hep tiyatro temelli insanlardan oluşur ama buradaki tartışma bir sinema estetiği tartışmasından çok, sinema filmlerinin konusuna ilişkindir.
Ağırlıklı olarak bir grup gazeteci, başta “Holivut” olmak üzere, dışarıdan gelen filmlerin toplumumuz üzerinde olumsuz bir etki yarattığını iddia eder. Gangsterlerin ha bire silah patlattığı, insanların ha bire soyulduğu, öldürüldüğü, kolay yoldan para kazananların öne çıktığı filmlerin çokça izlenmesi endişe verici bulunur. Bu filmleri izleyen gençlerin onlara özenmesinin toplumun huzurunu ve işleyişini bozacağı düşünülür.
Ancak bu endişe sadece asayişe yönelik değildir. Sorunun bir yönü suça, suçluya yönelikse, diğer yönü toplumun ahlaki yapısına, aileye ve tabii ki kadının toplum içindeki yerine yöneliktir.
Peki ne demektir bu?
Bu soruya Cemal Refik 1946’da Akşam gazetesinde şu şekilde cevap verir:
“Dün gömlek düğmesi diken parmakların çoğu bugün radyo düğmesi ayarlıyor. Sedef tırnakların üzerine yüksük yerine kızılboya sıvandı. Henüz eller iğne tutacak çağa gelmeden ayaklar, bacaklar dans figürlerinin en oynaklarına alışmış buluyor… Roman sahifelerinde yorulan gözler sinema perdesinde dudak dudağa yapışan çiftleri seyrederek dinleniyor. Dünün melankolik genç kızı, bugünün yüksek tansiyonlu, gergin sinirli genç bayanıdır.”
Bu yüzden bazı köşe yazarları, dışarıdan alınacak filmlerin bir sansür kurulundan geçirilmesi gerektiğini savunurlar. Bu sansür kurulunun sadece satın alınacak filmleri değil, bizimkilerin çekecekleri filmleri de denetleneme yetkisi olmalıdır, derler. Toplumsal huzurun ancak bu şekilde temin edileceğini düşünürler.
Buna mukabil sol sosyalist taraftan bazı yazarlarsa toplumun suça meyletmesinin en büyük sebebinin sinemalar, tiyatrolar değil, ekonomik sıkıntılar olduğunu savunurlar. Çözüm için, devletin, yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik hamlelerde bulunması gerektiğini söylerler.
Ağır vergi yükü altında film üretmeye çalışan ve para kazanmak için ucuz, basit konulu filmler çekmek zorunda kalan yapımcılarsa isyan ederler. Bu yıllarda iç piyasaya Mısır filmlerinin fazlaca girdiğini görürüz. Bu da bazı kesimlerce laik Cumhuriyet’in siyasi ve sosyal anlamda üzerinden atmaya çalıştığı Araplığın, eğlence kültürü aracılığıyla “sinsice” ülkeye sızdırılması olarak yorumlanır.
HANGİ ŞARKILARI DİNLEMEK GEREKİR?
Sinemanın hemen peşinden de radyo tartışmaları baş gösterir ki bu, sinemaya nazaran daha geniş bir kitleye hitap ettiğinden kaynaklı, daha sert tartışmalara sebep olur. Hatta mesele tartışmalarla sınırlı kalmaz, devlet radyosundan pek çok sanatçı mobbing, ekonomik baskı vb. şeyler yüzünden istifa eder yahut istifaya zorlanırlar.
Bu başlıktaki tartışmalar ağırlıklı olarak alafranga – alaturka müzik üzerinden ilerler ve her zamanki gibi laikler ve Osmanlıcılar iki ayrı kutba ayrılırlar. Örneğin 1934’te Hakimiyeti Milliye gazetesinde çıkan bir yazıda şöyle yazmaktadır:
“Medrese ve mektep nasıl yan yana yaşamaz idi ise, Şark ve Garp musikilerinin birlikte yürümelerine imkân yoktu… Eğer büyük inkilâbın ruhumuzdaki akislerini musiki ile resimle, heykelle, şiir ve mimari ile dışarı vermezsek, onun içimizde yaşamakta olduğuna nasıl güvenebiliriz?”
Bu ve buna benzer meselelerle devlet radyosunda alaturka müziğin sayısı azaltılır. Radyodan ayrılan bazı müzisyenler İstanbul müzikhollerinde çalışmaya başlarlar. Buna mukabil, halkın da bu yeni müzikten anlamadığı, bildik ezgiler dinlemek için de sık sık Arap radyolarını dinledikleri gazetelerde yer alır.
Cantek’in pek çok gazeteden, pek çok karşıt fikirli köşe yazarından yaptığı alıntılarla zenginleştirdiği ‘Cumhuriyetin Büluğ Çağı’, ağırlıklı olarak sinema ve müzik tartışmalarından oluşsa da mesele sadece bunlarla sınırlı değildir. Komünizm yasakları, gazetelerdeki cinayet ve intihar haberlerinin sansürü, bobstil kültürün gençler üzerindeki yansımalar vs. de bu iki başlığın etrafında şekillenen, onları zenginleştiren tartışmalardır.
Aslında bütün bu örneklerde tartışmanın gelip dayandığı nokta “ulusal bilinç” meselesidir. Ancak burada şöyle alt bir tartışma vardır ki aslında çözülemeyen esas problem budur: Kültürel anlamda oluşturulmaya çalışılan “Türk” ve “Türklük” kimlikleri nelerdir? Bir sanatın, sanatsan estetiğin, bir kıyafetin (sarığın, fesin, vs.) ya da bir örfün Türk olup olmadığına nasıl karar verilir? Örneğin bir kısım edip divan şiirini Türk sayarken, bir kısım tam tersini söyleyip Garip’i Türk kabul eder. Her iki kesim de savlarını temellendirecek bir sürü argüman sunup kendi kitlelerini domine etmeyi sürdürürler.
Bütün bu tartışmalar bir “ideal toplum” yaratma uğraşına yöneliktir elbette ancak üzerinden uzlaşılmış “kültürel bir Türklük” kimliğinden ne derece söz edilebileceği meçhuldür. Bu tip soru işaretleri, girişilen “ideal toplum” tasarısında da uzlaşmaz yol ayrımları yaratır. Örneğinin birinin “Türklüğün şanı” olarak nitelendirebileceği bir kıyafeti, bir başkası pekâlâ Arapçılıkla, gericilikle ilişkilendirebilir. Bu da yer yer nostaljik bir özleme, yer yer pespaye tartışmalara, yer yer de mizahi atışmalara kapı aralar.
Cumhuriyet dönemi tartışmalarına ilgi duyanların yine Cantek’in kaleme aldığı ‘Muhalefet Defteri: Türkiye’de Mizah Dergileri ve Karikatür’, ‘Türkiye’de Çizgi Roman’, ‘Markopaşa: Bir Mizah ve Muhalefet Efsanesi’ kitaplarına ve Elif Çongur’un ‘Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak’ kitaplarına bakabilirler.